Hayat adil değilse, ölüm de adil değildir

Berlin’deki yönetenlerimiz kırılgan bir buzun üzerinde yürüdüğümüze dikkat çekiyorlar. Yani tehlikenin henüz uzaklaşmadığı uyarısı yapıyorlar. Bu, salgının yayılma hızı arttığı takdirde, kapasite yetersizliği gerekçe gösterilerek 80 yaşın üzerindekilere gereken desteğin verilmeyeceği anlamına geliyor. Kimin öleceğine kimin yaşayacağına kim karar verecek? Hangi Tanrı, hangi otorite?

ERDAL DENİZ

Koronavirüs salgını tüm dünyayı tehlikeli bir boyutta etkiledi. Binlerce insanın hastalanmasına, ölmesine ve milyonlarca insanın evlerinde karantina altında kalmalarına neden oldu. Dünyamızı etkileyen böylesi bir tehlike karşısında ülkeler ve insanlar arasındaki sınırların, önyargıların, ötekileştirmenin ne kadar anlamsız olduğunu gördük. Bilimin ortak değerlerini ve önemini daha iyi kavradık. Hayat gibi ölümün de adil olmadığını, eşitsizlik ve kabul edilmesi mümkün olmayan adaletsizlikler içerdiğini yaşayarak öğrendik.

Büyük Türk şairi Nazım Hikmet, “Ölüme Dair” adlı şirinde:

Bir eski Acem şairi : Ölüm âdildir” — diyor,—

aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

Hâşim,

neden şaşıyorsunuz?

Hiç duymadınız mıydı kardeşim,

herhangi bir şahın bir gemi ambarında

bir kömür küfesiyle öldüğünü?

diye yazar.

Geçenlerde hastanede çalışan bir yakınım beni arayarak “Tüm hastane personeli olarak çok yoğun ve stresli günler geçiriyoruz, özellikle bu güzel bahar havasına kapılıp da sakın dışarı çıkmayın, bugünlerde Koronavirüsü kapma riski çok yüksek. Koronavirüsü kapsamında, şayet yatak ve teknik kapasite yeterli olmazsa 80 yaş üzerindeki hastalara gerekli sağlık hizmeti sunamayacağız. İnsanlarımız işin ciddiyetini anlayamamış gibi davranıyorlar, dışarısı gereğinden fazla kalabalık “ dedi.

Söylediklerinin 60 ve 80 yaş üzerindeki hastaların durumuyla ilgili kısmı beni fazlasıyla tedirgin etti. Bu tedirginliğim 60 yaş üzerinde olmamdan kaynaklanmıyor. Rahatsızlığım açık bir ahlaki bir düşüklüğü kabul etmeye zorlanmamızla ilgili. Bu düşüncenin Almanya genelinde ve Koronavirüsle mücadele eden diğer ülkelerde uygulanma durumu söz konusu. Bu son derece tehlikeli, etik olmayan sinsi bir karardır.

Sistemin ve politikacıların yarattığı sorunların vebali yaşlı ya da geçirdiği hastalıklar nedeniyle bağışıklık sistemi zayıf düşmüş insanlara ödettirilemez.

Berlin’deki yönetenlerimiz kırılgan bir buzun üzerinde yürüdüğümüze dikkat çekiyorlar. Yani tehlikenin henüz uzaklaşmadığı uyarısı yapıyorlar. Bu, salgının yayılma hızı arttığı takdirde, kapasite yetersizliği gerekçe gösterilerek 80 yaşın üzerindekilere gereken desteğin verilmeyeceği anlamına geliyor.

Kimin öleceğine kimin yaşayacağına kim karar verecek? Hangi Tanrı, hangi otorite?

Sosyal bir devlet, sağlık politikasını her şeyin güllük gülistanlık olduğu şartlara göre ayarlayamaz. Her insan için yaşam hakkı anayasal güvence altındadır. Hiç kimse olağanüstü koşullar gerekçe gösterilerek sağlıklı yaşam hakkından mahrum bırakılamaz.

Genel sigorta bir güvence sistemidir. Devletin vatandaşlarına sağlık, emeklilik ve sakatlık gibi bakım alanlarında sağladığı güçlü bir güvencedir. Kapitalizmin dönemsel veya küresel krizlerinde ekonomik kısıtlamalara bağlı olarak sağlık giderlerinde kısıtlamaya gidildiği takdirde, siyaset ve ekonominin arasına sıkışan sağlık hizmetlerinde telafisi mümkün olmayan ciddi sorunlar yaşanır.

Almanya’nın genel olarak Koronavirüsü ile mücadelesinde gelişmiş ülkeler içerisinde ileri bir aşamada olması sorunsuz olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin, bugün hastanelerimizde kimin öleceği kimin yaşayacağı gibi konular konuşuluyorsa ve etik olmayan biçimde karara bağlanıyorsa burada hayati içerikli ciddi sorunlar var demektir.

Titanic’i inşa edenlerin mantığıyla sağlık sistemi yönetilemez. Bilindiği üzere, Titanic zamanının en son teknolojisi kullanılarak inşa edilmiş bir gemiydi. Batmayacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Titanic’in tam kapasitesi 3.547 kişi olmasına rağmen gemideki filikaların toplam kapasitesi 1.178 kişiydi. Sonuçta Titanic battı ve 1513 kişi trajik bir biçimde öldü, öldürüldü. Nasıl ki geminin batmayacağı üzerine güvenlik önlemi alınamazsa normal dönemlere ayarlı bir yoğun bakım kapasite hesabı üzerine sağlık sistemi kurulamaz.

Burada sözü edilen insan hayatıdır. Titanic batarken müziğe devam eden müzisyenlerden biri olmak istemiyorum. Kendimi dünya denen bu gemide eksik olarak neyi gördüysem onu söylemek zorunda hissediyorum. Güzel olan şeyleri takdir ettiğimiz gibi yanlış veya eksik olanları da söylemek zorundayız.

Böylesi zorlu günlerde özellikle insanlar için huzursuzluğun güvensizliğin hakim olduğu süreçte, demokrat, devrimci gurupların dayanışma plaformu oluşturması doğru olandır. Her evin sokak kapılarına afişler asarak “yalnız değilsiniz ihtiyacınız olduğunda her zaman bizi arayabilirsiniz“ mesajı vermek erdemli bir davranıştır.

Bugün ne yaparsak geleceği o kalacak.

Sizlere tavsiyem evinizde sıkıldığınız vakitlerde eşinizle veya çocuklarınızla beraber yaşadıklarınızı resme, yazıya, sese söze dökmenizdir. Korkmadan çekinmeden “ ben resimden anlamam“, “iki satırı bir araya getiremem” demeden çocukluğunuzdaki gibi cesaretle kendinizi ifade etmenizdir. Yaşama dair „bir şansımız daha olursa hayatı nasıl yaşardım“ diye kendinize sorun ve bunu el yordamıyla kalem, boya ve fırça yardımıyla, sazla sözle yaşadıklarınızı dışa vurun.

Yarına kalacak ve bugünü sorgulayacak, anlatacak en güçlü duygu, düşünce sanattır.

Şairin dediği gibi “Yaşam şuncağız bir şey işte“ yarına düşündüklerimiz değil yazdıklarımız, yaptıklarımız kalır.

Sevdiklerimizle karşılıklı bir çay, kahve içmenin ne kadar değerli olduğunu anladığımız günlerden geçiyoruz.

Kendimize, sevdiklerimize ve içinde soluk alıp verdiğimiz dünyaya iyi bakalım.

Sağlıcakla kalın…

Dayanışmayla kalın…

Ersten Kommentar schreiben

Antworten

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht.


*